Tarihsel süreçler içerisinde yaşanan yankı uyandırıcı olayların toplumları şekillendirmesi oldukça doğal bir durumdur. Bu durum, dünyanın her yerinde aynı biçimde seyretmiştir. Antik dönemlerde Yunan şehir devletleri, bölgesel tehditleri ortadan kaldırmak için yanaşık düzen denilen savunma biçimini ortaya çıkarmıştır. Antik Roma’da toplumsal düzenin sağlanması adına özellikle Galyalılarla sürdürülen savaşlar sırasında Roma Kanunları ortaya çıkarılmıştır. Monarşi içinde debelenirken hiçbir gelişme gösteremeyen Fransa’da meşhur halk ihtilali yapılarak toplumsal bir gelişim modeli tasarlanmıştır.
Kısaca dünya toplumları, tarihin her raddesinde yaşadıkları sarsıcı olaylar sonucunda radikal değişiklikler yaparak toplumsal yapıyı ıslah edip iyileştirmeye çalışmıştır. Normal ya da doğal seyir bu şekildedir, dolayısıyla süreç böyle işlemelidir. Özellikle Meşrutiyet döneminden sonra Osmanlı toplumunda görülen aydınlanma dönemi gerçekten de yoğun şekilde etkisini hissettirmiştir. Başlarda askeri alanla sınırlı kalan yenilikler, zorunlu olarak eğitimle kültürel ve toplumsal alanlarda da etkisini hissettirmiştir. Olması gerektiği gibi! Özellikle eğitim alanında atılan adımlar, sağlam bir toplum temelini oluşturmuştur denilebilir. Bu dönemin öğreten ve öğrenen kuşağı, topyekûn sürdürülen aydınlanma atmosferini soluyarak yetişmiştir. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk tarafından yürütülüp Türk insanının var olma mücadelesi olarak adlandırılabilecek Kurtuluş Savaşı da bu dönemin öğreten ve öğrenen kuşağıyla başarıya ulaşmıştır.
Bu öyle alelade bir olay değildir. Osmanlı aydınlarının da itiraf ettiği gibi Meşrutiyet’e kadar maalesef değer verilmeyen “tebaa” Türk insanı, bu dönemde yoğun yayın faaliyetleri sayesinde bilgi açlığını gidermeye başlamıştır. Bu dönemde neredeyse her konuda telif ve çeviri eserler yayımlanmıştır. Bizzat arşiv araştırmalarıyla çevirilerini yürüttüğüm eserlerden edindiğim gözlemlere göre bu dönem gerçekten de bitmez tükenmez bir memba. Her alandan araştırmacıyı bekleyen yığınla eser hala arşivlerimizde üzeri tozlu şekilde bekliyor. İşin güzel tarafı şu ki bu eserler gerçekten de nitelikli bilgiler içeriyor. Tarih alanında Osmanlıcadan çevirip günümüz Türkçesine aktardığım birçok eserde bugünkü tarih kitaplarında yazılı olmayan birçok özel tarih bilgisine rastladım. Bu gerçekten heyecan verici bir durum.
Mustafa Kemal Atatürk, bu birikimin farkındaydı. Zaten kendisi de bu birikimle yetişmişti. Artık eski tedrisattaki sarf ve nahiv gibi kişisel, bilimsel ve kültürel gelişime yararı olmayan derslerin yanında bahçecilik, nebatat (botanik), ilm-i hayvanat (zooloji), ziraat, tıp, matematik ve cebir gibi dersler de gösterilmeye başlanmıştı. Mithat Paşa’nın önerdiği eğitim modelinde Almanca ve Fransızca gibi dillerin de okutulması gerektiği ifade ediliyordu. Böyle yetkin bir sistemden bir dâhinin ortaya çıkması oldukça doğaldır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında da bu bilinçlenme hareketi tüm varlığıyla sürdürüldü. Köy enstitüleri ve halkevleri aracılığıyla bütüncül bir kişilik oluşumunun hedeflendiği bir eğitim ve kültür seferberliği başladı. O döneme kadar İstanbul’daki yalılardan yazılan romantik Anadolu yazıları, bizzat Anadolu’da, olay yerinde kaleme alınmaya başladı. Fakir Baykurt gibi nice köy edebiyatçısı Anadolu insanının sıkıntılarını, feodalizmi, üretimsel ve eğitsel geri kalmışlığı Türkiye’ye anlatmıştır. Bu sayede saf bir Anadolu romantizmiyle kaleme alınan eserlerin devri biterek gerçek Anadolu dertlerini anlatan toplumcu eserler ortaya çıkmıştır. Halkı aydınlatmak o kadar da kolay iş değildir. Nitekim köy edebiyatının kurucusu sayılan Mahmut Makal, bunu en acı şekilde tecrübe etmiştir: Öğretmenlik yaptığı köydeki gözlemlerini “Varlık” dergisine yazdığı sırada köyden birinin bunu haber alması üzerine maalesef fena halde dövülmüştür. Değişime direnç gösteren bir halkı eğitebilmek, yetkin kadroların yapacağı bir iştir. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları bunun farkındaydı. Bu düşünceyle sosyolojik araştırmalar yaparak kurumları buna göre şekillendirdiler.
Türk toplum yapısındaki verimli iklim bir süre daha bu şekilde devam etti. 2000’ler dünya toplumları açısından bir kırılmanın yaşandığı bir dönemdi. Yüzyıl geçişlerinin tarihin ilk dönemlerinden bu yana böyle bir etki uyandırdığını görürüz. 20. yüzyıldan 21. yüzyıla geçerken de maalesef böyle bir sarsıntı yaşandı. Ekonomik, kültürel ve toplumsal alanda etkili olan bu fırtına bireysel yaşamda da etkisini gösterdi. Dünya halkları, bu sarsıntıyı en az çizikle atlatmayı başardı. Bireysel yaşama teknolojiyi entegre etti, yetmedi; toplumsal yaşamda da bu entegrasyonu başardı.
Peki biz? Maalesef Meşrutiyet’ten beri sürdürülen aydınlanma savaşını yenileyemedik. Dünyada bir araç olan teknoloji, 5 maaşı hiç edecek kadar pahalı bir amaca dönüştü. Entegrasyon konusunda kesinlikle bir başarı elde edilememesinin yanı sıra toplumsal yaşamda oldukça bağımsız yapılar ortaya çıktı. Toplumların yığın olması, işte bu süreçlerin bir sonucudur. Yığın düşünmez, araştırmaz, itaat eder. Türk toplumunun bu noktada derhal silkelenerek kendine gelmesi acil ve önemli bir koşuldur.
Nasıl böyle oldu? 2000’ler küresel anlamda bir bolluk dönemiydi. Sanki yaşamın tüm alanlarındaki değişimler ve yenilikler, ortaya çıkmak için bu dönemi beklemişti. Türkiye’de bile daha önce hiç görülmediği kadar bir müzik, resim, kitap, giyim, yiyecek ve fabrika bolluğu yaşandı. Doğal olarak teknolojik ürünler de hayatımıza girmeye başladı. Bilgisayarlar, devlet dairelerinden “kaçarak” evlere sokuldu. Cep telefonu diye bir şey ortaya çıktı. Kıç cebimize koyulması ağırına gitti, hırslandı, hayatımızın odağına oturdu.
Kötü mü? Aslında kötü olmaması gerekirdi. Fiziksel bir yapı olan kütüphanelerin son nefesini verdiği bir dönemde evrensel teknoloji kütüphanelerinin hayat bulması insana “Hadi inşallah!” dedirtiyor ancak umduğumuz gibi olmadı. Her insanın cebinde devasa bir kütüphaneyle gezdiği bu dönemde herkesin uzman karakterli olması gerekirdi. Ancak öyle olmadı. Meşhur “yılan oyunu” ve gazetelerde verilen “besteleyici formülleri”yle başlayan teknolojik zehirlenme, günümüzde sosyal medya etkisiyle son hızıyla sürmektedir. Tuşlu telefonlardan kameralı telefonlara geçişin bedeli bu mu olacaktı? Maalesef!
Günümüz Türk toplumunun birçok ferdinin elinde muazzam bir kütüphane olmasına rağmen bundan yararlanmayı hiç aklına getirmemektedir. Meşrutiyet’in ve Cumhuriyet’in o hırslı araştırmacı toplumu, şu anda herhangi bir konuyu araştırmayı hiçbir şekilde düşünmemektedir. Bu durum, kendini akıllı zanneden bazı kişilerin ortaya çıkmasına, sonuç olarak da dolandırıcılık olaylarının artmasına neden olmaktadır. Keşke şu telefonları sosyal medya hikayesi izlemek yerine biraz da dijital bankacılığı öğrenmek, bir ürün ortaya çıkarma konusunda çaba sarf etmek için kullanmış olsaydık…
Artık “alan” taraftayız. Daimi olarak alıyoruz. Teknolojiyi alıyoruz, tarımsal ürünü alıyoruz, hayvansal ürünü alıyoruz, maalesef düşünceyi bile alıyoruz. En başta düşünce ithalatı yapan bir toplumda bir gelişme olmasını beklemek hata… Hâlbuki biz üreten bir toplumduk. Bu durum, aslında üzerinde yaşadığımız topraktan da kaynaklanıyor. Çünkü Anadolu toprağı, tarihin ilk dönemlerinden bu yana üretilen bir kara parçası. Bizler aslında 1000 yıldır bu topraklarda üreterek toprağın şerefini muhafaza ediyorduk. Milenyumla birlikte tüketici bir toplum şekline girdik. Ayrıkla sarılmış tarlalar, boş kalan köy evleri, çöken eski ahır damları bunun bir göstergesi. Köylerde üretip toplumsal kalkınmaya güç katan insanlar, asgari ücretle şehirlerde perişan olmaya geldi. Köyden kente göçün bu kadar düzensiz ve sağlıksız bir biçimde yaşandığı bir ülkede üretim olgusu tehlikeye girer. Maalesef Türkiye’de de böyle oldu.
Üretim özelliğinin yitirilmesi sonucunda öz çürümesi de doğal olarak başladı. Peki nasıl? Toplumsal yapı, et yığınlarından oluşmaya başladı. Düşünce dahil hiçbir şey üretmeyen fertler, hele ki toplumsal kademelerde önemli statülere yerleşmişse toplumun sonunu hazırlayacaktır. İnsanı şekilsel bir figür olarak düşünemeyiz. Bu imkânsız bir şey. İnsan düşünür, çabalar, sever, kızar… Biyolojik bir organizma olarak insan, insan olmanın gereklerini yetirmek zorundadır. Evrim de ileri doğru olmaktadır, geriye evrim olmaz. Ortada bir yanlışlık var. Hiçbir şey bilmediği halde her şey bildiğini zanneden insanların salındığı bir toplumda geleceğe dönük olumlayıcı düşüncelerin doğması beklenemez.
Felaket tellalı olma niyetinde değilim. Çözüm önerilerim cebimde: Bir an önce teknolojiyi etkin kullanarak toplumsal ve bireysel yaşantıya entegre etmeliyiz. Tarım ve hayvancılık gibi alanlarda etkin teknoloji kullanımıyla küresel harikalar yaratılabilir. Kendi kendine yetebilen bir ülke olmanın yolu artık buradan geçer. Evde iki diş sarımsak yetiştiren adam bile kıymetlidir. Üretenin elinden sadece devlet değil, toplum da tutmalı. “İşin mi yok uğraşıyorsun böyle?” değil, “Ne güzel işler çıkartıyorsun, bravo!” denilmeli. Üretene verilen toplumsal teşvik, bu duyguyu bileyip keskinleştirecektir. Pasif bireyler yerine yaşamın içinde olan çocuklar yetiştirmeliyiz. Henüz fişlerle okuma yazma öğrendiğimiz dönemde ağacın yaşken eğildiği öğretilmişti. Bebeklikten başlayarak doğanın içinde büyütülmüş, iş öğretilmiş çocukların sağlam bir karaktere ve yetkin bir yapıya sahip oldukları araştırmalarla kanıtlanmıştır. Bu nedenle geleceği şekillendirmeye önce gelecek kuşağı güzel şekilde yetiştirerek başlamalıyız. Böylece üreten, yetkin, sağlam, bereketli ve bilimsel bir toplum yapısına erişebiliriz.